#04 Bir atölye inşa etmek
Hania Rani, Engadin Vadisi’nde doğmuş bir yönetmenden yine Engadin Vadisi’nde sanatla iç içe yaşamış bir aileyi konu alan belgeseli için film müziklerini bestelemek üzere bir teklif aldı. Kaçırılacak gibi değildi teklif. Tüm kışı vadide geçirmeye karar verdi. Engadin Vadisi deyince belki kulağa yabancı gelir; İsviçre Alpleri’nde ünlü kayak merkezi St. Moritz kasabasını da içine alarak Avusturya sınırına kadar uzanır. Tüm kış kalın bir kar tabakası; Güneş oldukça nadiren yüzünü gösterir.
Hania Rani, burada mevsimlerin değişimine tanık olacak kadar uzun kaldı. Pek çoklarına depresif gelir; Rani her yerin karlar altında kaybolmasından hoşlandı. Kar, tüm sesleri birbirinden ayrıştırıyor, yumuşakça yere indiriyor ve sınırlarını belirsizleştirdiği mekânın yankılarına karıştırıyordu. Eh, boşa ona gitmemişti teklif herhalde, o da mekânla etkileşim kurarak beste yapardı.
Dağlarla çevrili yaşamak, mekânla muhabbetini arttırdı. Rani’yi ölçek hakkında çok düşündürdü. Bu dağların sanki görevi buydu; daha önce nice ressamda ve heykeltıraşta da ölçek meselesini oturtmuştu. Gerçekte çok uzakta duran dağlar nasıl da dokunulabilecek gibi olurdu da yanı başındaki insanlar küçülüp gözden kaybolurdu? Ailenin oğullarından biri de benzerini yazmıştı bir mektubunda, sonraları binlerce insan okudu.
Aylarca kıpırdamayan bir vadide ölçek üzerine düşünen müzisyen ne yapsın, zaman artık farklı parçalarda aktı. Karlar eridi, nehre dönüştü. Nehri dinledi, baharı duydu. Çıkan melodileri biçimlendirdi ve kayıtlarını tamamlayarak vadiden ayrıldı. Ailenin atölye olarak kullandığı yapıda gerçekleştirdiği performansında atölye de karşılık vermeden kendini tutamadı; yer yer ahşap gıcırtılarıyla müziğe dahil oldu.
Bu atölyeyi genç bir baba kurdu. 8 metrekareye 10 metrekare. Heves etti zamanında mimarla çalışsın, harika bir yer olsun, akşam güneşini alan bir oda açılsın, çatısında penceresi olsun gökyüzü görünsün… Mimar dedi ki o oda işi olmaz, düz çatı da pahalıya patlar. Kafası attı, kendi çok daha ucuza hallediverdi olduğu kadarını. Kapılar boyandı, duvarlara ahşap kaplama, birkaç bank, raflar… Kirişlerin güzelliğine hiç dokunmadı, pembemsi sarı renkleri içeri giren gün ışığını harika karşıladı. Mimarı dinlese, binanın yarısını kullanamıyordu bile, olmazdı o iş. Mimarlar da bazen hiç anlamıyorlar o işten. Zaman aldı tabi almasına; ama çok da güzel oldu. Işığını çok sevdi, içerisi sıcacıktı, soba da iyi yanıyordu. Kapısının üstüne ‘Ducunt volentem fata, nolentem trahunt’ yazdı, Türkçesi kabaca: ‘Kader isteklilere yol gösterir, istemeyenleri ise sürükler.’ İyi laf, tam da yerini buldu.

Keşke dükkan açmak gibi olsa— bir sanatçının atölyesini kurması, kendini çevrelemesi demek. Bu ister istemez, kişinin kendini neyle çevreleyeceğini keşfetmesini gerektirir tabi. Kendi dağlarını bulmak, kendi karlarını eritmek, kendi baharını yakalayabilmek, kır çiçeklerini sergileyebilmek, ne zaman kışının döneceğini kestirebilmek demek. İçeride ne kadar kalacağının, ne zaman dışarı çıkacağının, nelerin içeri gireceğinin, kimin yakınından geçeceğinin cevaplarını verebilmek gerekir. Vereceğin ürünleri kendin bile görmeden tohumlarının yeşermek için nasıl bir toprağa ihtiyaç duyduğunun bilincinde olmak, o toprağın kültürünü zenginleştirecek besinleri bilmek gerekir. Toprak tutmuş olacak ki, çocuklar burayı pek sevdi. Her yaz, zamanlarını burada geçirdiler. İmtiyazlıydılar, ne soruları varsa hepsini sordular. Birbirlerinin ilk sorularına tanık oldular. İstedikleri malzemeyi kullandılar. Mekânda diledikleri gibi hareket ettiler. Hayattan isteklerini bu kapının altında duydular. Bu atölyeden en az dört büyük sanatçı çıktı. Baba kendi çağının önemli sanatçılarından biri oldu, oğullardan biri de gelmiş geçmiş tüm zamanların.
Alberto Giacometti’nin böyle bir atölyede büyüdüğünü öğrenince insanın idrak etmesi kolaylaşıyor; Paris’te, 46 Rue Hippolyte-Maindron adresinde 40 yılını geçirdiği yirmi üç metrekarelik atölyesinin nasıl her gören tarafından hep ‘en iyi eseri’ olarak anılabildiğini. O yirmi üç metrekarenin insanın nefesini nasıl da genişlettiğini, insanı gitmek istediği her yere götürebildiğini. Bu duvarların boşu boşuna sökülüp, bir ‘yerine özgü eser’mişçesine korunmak ve sergilenmek üzere Fondation Annette & Alberto Giacometti binasının içerisine taşınmadığını. Ve bu atölyeden kalanları izleyen herkes, Giacometti’nin eserleri ve atölyesinin mekansallığı arasındaki o doğrudanlığı sezebilir. Karşısında durdukça hayatında nerede yönünü şaşırdığını, nerede gaza yeterince basmadığını, nerede kendisiyle yeterince çevrili kalmadığını fark edebilir. Eh ister istemez sordurur tabi böyle atölyeler: Ben neyle çevreliyim? Neyle çerçevelemekteyim kendimi?

Bu yazı bir türlü çıkmadı. Bir hafta beklendik şeylerden, bir hafta da hiç beklenmedikliklerden ertelendi. Eh, bir atölye inşa etmek kolay değil. Bense bu aksaklığı fırsat bildim ve artık yazıları iki pazarda bir yayınlamaya karar verdim.
Hania Rani’nin On Giacometti albümünü dinlemek için: